top of page

Biz Aşkı Kimden Öğrendik?

Madame Bovary kendini raylara bırakmıştı. Bihter de canına kıydıydı öyle değil mi? Bir kadın vardı adı Frida Kahlo omuru ve kalbi kırık. Bir kadın daha vardı Rodin’e tutulmuştu, kendinden yaşça büyük o adama… Aklını yitirdi sonunda.  Martha da az çekmediydi Freud’dan… "Dünyanın Tüm Sabahları" filmindeki kızın çaresiz ince hastalığı şafak sökümündeki buz gibi beyaz geceliğinde telaşla üflüyordu ruhuna… (Ne de romantik bir cümle oldu değil mi?... İşte filmde duyulan viola da gamba’nın etkisi…) Sonra bir kadın vardı adı Elizabeth Bannet. Gururuyla yedi bitirdi yıllarını, kalın kitabını fırlattı kafamıza… Romanı çok satmaz diye mi korktu acep yazar bilinmez, mutlu bir son yazdı içine… Hatta bir kadın daha vardı, adı neydi unuttum, görünmeyen bir kadındı. Evli, yaşlı bir profesörün hayal objesi olarak kalakalmış… Ölse yaşadığının ıspatı bile olmayan…

icimdeki_hayvan_05.jpeg

Aklımda sayısız sayfanın satırları ve filmlerin görüntüleri böyle uçuşuyor... İmkânsız aşklar… Ne kadar imkânsızsa, tezat ne denli derin ve acı ne denli şiddetliyse, tutku ve anlam da o kadar büyüktü. Evrimin genetik harita uçurumlarında uzandığı bir düzenin imkânsız aşkları… Arzulayan erkek, unutamayan da kadın olurdu. Elde etmenin zaferi ve dönüştürmenin tatmini peşinde koşarken bu ikisi, nedense hep kadınlar ağladı.

 

İlk aşklarında ağladılar. Sonrakilerde de. Sevdikleri evde kabul görmediğinde. Zorla evlendirildiklerinde. Mahsullerinin tadına bakan bahçıvanları tarafından istismar edildiklerinde.. Ola ki sevdikleri adamla evlenseler bile… Ve evlendikten sonra. Ve çocukları doğunca… Ve adam ölünce… Ve çocukları ölünce. Ya da çocukları evlenince. Kadınlar hep mutsuz, hep ağlıyordu. Annelerinden kopmuş babalarını asla bulamamış ya da bulmak istemeyen, bir dünya dolusu o kadınlar…

 

Peki biz kadınlara bu imkânsızları kim öğretti? Ya ağlamayı? Efsanelerden girildi masallardan çıkıldı, kitapların yaprakları mürekkeplendi, sahnelerin perdeleri açıldı kapandı… Romeo ve Jülyetler, Ferhatla Şirin’ler, 1001 gece dil dökmek zorunda kalan uyanık Şehrazat, Salome ve ötesi… Onları duyduk, gördük… Birinci tekil şahıslarına soktuk bedenlerimizi. Kaderlerini kendi kaderimiz belleyip ezberledik. Çoğunu erkeklerin yazdığı hikâyelerde… Bekleyen, kabullenen, gizlice yöneten kadın olmamız gerekiyordu. Kendimizi tamamlayabilmek için hep bir erkeğin başarı tutkusuyla bezeli himayesine tutunmalıydık. Okuduk okuduk. Ve izledik.

 

Böyle gelmiş böyle gidecekler arasında aşkı tanıdı kadınlar… Yüzyıllarca…. Ama sonra fotoğraf makinesi icat oldu. İnsan"oğlu" bu kez yaşananı ışıktan geçirip başka bir yüzeye yansıtmayı akıl etti. Biricik anı dondurdu ve çoğaltıp biricikliğini bozdu. Bir hikâye binlerce kitapta çoğalsa da zihnimizde görece biricik kalabilirken, görüntü çoğaldığında tek kişinin bakış tekeline girdik. Bu bir tablo kadar özgür değildi. Kenarları çiziliydi fikirlerin. Anın içinde sabitlendi tüm mesajlar, daha da katı bir üslupla… Estetiğinin afyonlu kadifesi altında, sivri kılıç gibi tehlikeli çizgiler çizildi zihinlere. Bulanık olan da rötuşla netleştirildi. Ve sonra film kamerası icat oldu. Sahneler, kadrajlar, kurgu ve filtreler... İşte o zaman koptu esas kızılca kıyamet. Dev bir manipülasyon dokumaya başladı insan”oğlu” denen erkek bu kez. Kendi hükmettiği bakış açısını hayatın bakış açısı olarak sunmayı artık tam anlamıyla başarmıştı. Ve biz kadınlar ışıkla büyülenmiş, sorgulamadan bu tanrısal imajlara bakmaya başladık, sırtımızda belki de bir erkeğin kolu, bordo kadife koltuklarda otururken…

 

Bu kez erkeğin “gözünden” görmeye başladık dünyayı. Sonra bu görsel gramer, bakış açılarının kopya edile edile üst üste eklenmesiyle, biraz kapitalizm ve değişik tür afyonların sosuyla, Netflix’in sentetik filtre dünyasına dek ulaştı. Hollywood’un kafamıza kaktığı “değerler” bile görünmez oldu bu üst üste yığılmış manipülasyon filtreleri altında. Pop müziğin imaj çağı doğalı epey olmuştu… Ve böylece hayal dünyamızın bütün imge kaleleri bir bir ele geçirildi. Hem de kimimiz için daha çocuk yaşta! Şimdi rüyâlarımıza sızan sahneler hangi filmlerden armağan… Bilinmez… Daha aşkı yaşamadan, onunla tanışmadan ne olduğunu bu filmlerden öğrendik. Üçüncü tekil kişinin vizöründen... Çekim platosunda kükreyen çapraz ayaklı iskemle kralının vizöründen…

 

Ve bir gün âşık olduk. Neye göre? Ve karşımıza oturdu o adam bir gün geldi. Gözlerinin içine bakarken, ikimizi birlikte aynı kadrajda hayal ettik. Elimiz artık en değerli olan organımıza gitti hemencecik. Kalbimize değil elbette. Cep telefonumuza. Hemen bir selfie… Onu öptüğümüzde fonda kemanlar çalmasını bekledik. Sevmenin birlikte gezip tozmak, keyif yapmaktan ibaret olduğunu sandık. Tıpkı o filmlerdeki gibi… Ya da tam tersine sürekli yoksunluk ve acı çekmek olduğunu… Yine tıpkı o filmlerdeki gibi. Ya da giriş gelişme sonuç bölümü olan bir hikâye planı sandık bunu. Bir romanın sabrına sahip olmayan o kestirme kurguların esiri bilincimiz bize böyle buyurdu. Ona sadece O olarak bakamadık. Bunu yapamadan bitirilmiştik biz zavallı kadınlar.

 

Biz hep mutsuz olan kadınlar. Annelerinden uzak, babalarının izini kaybetmiş kadınlar. Bir türlü kendi olamayan, bir karenin içindeki estetikten ibaret olduğu öğretilen… Konuşamayan kadınlar. Konuşsa da kalpleriyle konuşamayan kadınlar. Anaçlığı görev, feminizmi kurtuluş sanan kadınlar. Hep ak ve karanın arasında bocalayan. Asla doğduğu dünyadaki şu güzel varlığını göremeyen ve tüm filtrelerden sıyrılıp insan olmanın tadını süremeyen… Bir sokakta yalnız yürürken koyu mavi denizi gördüğünde bu dünyaya geldiği ve soluk alıp verebildiği için aslında ne kadar şanslı olduğunu hatırlayamayan biz kadınlar. Artık bir filmdeki yapay zekâ konuşma robotlarına dönüşmüş, beklentileri genel geçer ve ezbere, gerçek bedenini kaybetmiş kadınlar… Şimdi taştan topraktan dünyanın tüm heybeti üzerinde, küçük odalara bölünmüş beton kutuları içinde süzülüyoruz. Birer film karesi gibi…

Sanat Deliorman, 22 Eylül 2023, İstanbul

bottom of page